Geride Bırakılmak Zorunda Kalanlar




Yıllar insanı bir köşeden bir köşeye savurup durur. ‘’Yaşa ki neler göresin’’ deyimi, Anadolu’nun acıyla yoğrulmuş kaderini çarpar her tarih sayfasında. Kazandıklarımızı kaybettiğimiz savaşlar: yüz binlerce insanın da geleceğini kaybettiği, umudunun tükendiği, takatinin kalmadığı sürgün yıllarıydı.
Hastalık kol gezmiyordu. Öyle seçici de davranmıyordu, yolunuz göç yoluna düşmüşse ve yokluk belinizi bükmüşse zaten ‘’vebalı’’ teşhisi konuluyordu. Osmanlı artık son demlerini yaşıyor, topraklarında yabancı askerler özgürlük adına nidalar savuruyordu. V. Mehmet Reşad ya da Sultan Reşad olarak bilinen padişah’ın eli kolu bağlı kalmış yurdun dört bir yanından feryatlar yükseliyordu. Balkanlar gittikçe azıyor, bağımsızlıklarını ilan ediyordu. Padişah II. Abdülhamit Han’ın tahtan indirilmesiyle tahta geçmiş ama başarı gösterememişti.
Abdulhamit Han sürgünden döndüğünde bir saray’a kapatılmış vaziyette yaşıyordu. Daima kontrol altında tutuluyor, saraydan uzaklaşmasına izin verilmiyordu. Tütünü ve nargilesi hiç sönmüyordu. Boğaz’a demir atan yabancı devlet donanmaları II. Abdulhamit Han’ı o kadar çıldırtmıştı ki yerinde duramıyordu. Saray’ın içinde bulunan askeri yaverlerine bu gemilerin boğazdan derhal salıverilmesini emrediyordu. İstanbul’un durumu içler acısı, balkanlardan gelen haberler ise daha can yakıyordu. Bulgarlar gittikçe ilerliyordu, göçmenler İstanbul’un eşiğine dayanmış, her tarafı veba sarmıştı. Gelen göçmenler için artık Camiler konaklamak için uygun haline getiriliyordu.  Edirne bitmiş tükenmiş İstanbul’a sığınmıştı. Artık İstanbul da güneş doğmuyor, ezanların sesi kasvetli havayı bozmuyordu. 

At arabası üzerinde kilometrelerce yol sonrası İstanbul’a kadar yolculuklar küçük bedenler için hastalığın diğer adıydı. Son kalan yiyeceklerini de alıp yola koyulmuşlardı. Yaşlı bir dedeleri, dede’ye bakan bir hasta bakıcı ve konağın tüm işlerini halleden bir de bahçıvan ve evin tek oğlu Ali Rıza, eşi Ayşe Hatun ve 11 yaşında ki oğulları Hasan… Yollar bitmek bilmese de ufukta İstanbul’a ulaşmak vardı. İstanbul’a ulaşmak kolay olmayacaktı. Uzun geceler, tedirgin uyuklamalar, cephelerden gelen haberler, düşman işgalinin hızla yayılması, hastalığın etrafı sarması ve diğer tüm sıkıntıları da omuzlarına alıp yollara düşmüşlerdi. Topraklarını terk ettikleri için değildi üzüntüleri, Evlad-ı Fatihan olarak yıllarca kardeşçe yaşamışlardı. Şimdi ise kışkırtmalar sonucu nankörlükte sınır tanımayanlar fırsat düştüğü anda yedikleri ekmeğe ihanet ediyorlardı. Cephelerde savaşanlar, belki komşuları belki de çalışanlarıydı. Ama insanın gözünü hırs bürüyünce ve fitne ateşi yakılınca yılların vefası bir anda kül oluyordu.
Aile’nin en yaşlısı Musa dede bir türkü tutturmuş içinde ki özlemi şimdiden dökmeye başlamıştı.
Elpaze giyemem/Gel baze diyeme/Gülpaze diyemem/Bir tanem
Bizim değirmenler/Dönmez iken un eler a canım/Benim sevdam yakar seni/Kül eyler a canım kül eyler
Bahçıvan Mehmet Efendi dertli bir iç çekip:  ‘’beyim yormayın kendinizi, yollar biter varırız İstanbul’a. Yüzümüzü sürünce toprağa sökeriz içimizden Vatan hasretini.’’dedi.
Musa Dede unutuyordu. Yaşlılık almış başını dağlara vurmuştu. Bazen çocuk oluyor bazen de gençlik yıllarına dönüp aşkına methiyeler düzüyordu. Konu Vatan olunca da kılıcı kınından çıkarırcasına elini bir anda yukarı kaldırıp: ‘’ Yediniz birden gelseniz bileğimi dahi bükemezsiniz’’ diyerek naralar atıyordu. Sırplarla hep savaş içinde geçmişti ömrü. Hiç sevmezdi.
Ali Rıza’nın derdi, sağ salim İstanbul’a ulaşmaktı.  Birde küçük bebekleri vardı yeni doğan. Daha kaç haftalıktı ki? Yollara düşmek zorunda kalmıştı. İsmini Sıla koymuşlardı. Gece gündüz demeden, yollar bitecek bir an önce savaşı geride bırakacaklardı. Hasan ve Sıla İstanbul’da yeni bir hayata kavuşacaklardı.
Yollarda cephelerden kaçan askerler denk geliyordu. Bunlardan da kendilerini korumak zorunda olduklarını çok iyi biliyorlardı. Kendilerinden önce nice yolcuların eşyaları talan edilmişti. Bahçıvan Mehmet Efendi heybetli duruşuyla, at arabasının en arkasında oturuyordu. Yaralı askerler aman dileseler de yanlarına almamak için bazen kavga ettikleri dahi oluyordu. Az bir ekmek verip başlarının çarelerine bakmalarını isteniyordu.
Gün geceye dönmüş, yollar ay ışığında zor seçilir hale gelmişti. Hava soğuk, tenleri ayaz doğruyordu. Nefes almak zordu. Ayşe Hanım neden ola ki telaşlı bir sesle: ‘’ Ali Rıza’’ diye haykırdı.
‘’Ali Rıza, Sıla’nın ateşi gittikçe yükseliyor, eli ayağı buz gibi oldu’’
Tedirgin olmuştu herkes…
‘’Ali Rıza duralım. Bir ateş yakalım.’’ Diyorsa da Ayşe Hatun, Ali Rıza: ‘’ Şu tepeyi aşalım öyle, bakın bomba sesleri çok yakında, buralar çok tehlikeli’’ diyordu.
Tepeyi aşmak için gereken zaman tüm sabırsızlıkları zorluyor, Ayşe Hatun sımsıkı bebeğini bağrına basıyordu.   Hasan, babasının koltuk altına iyice girmiş, sessizce İstanbul’un hayalini kuruyordu. Bir yandan da kahramanlık destanı yazıyordu. Bir gücü olsa elinde, bu savaşı bir anda bitirecek düşmanların hepsini büyük bir kuyuya dolduracak ve büyük bir ateşle… Tam o sırada Hasan babasına: ‘’Baba bak, şurada bir dulda yer var’’ dedi.
Ali Rıza bahçıvan Mehmet Efendiden gidip kontrol etmesini tekin ise ateş yakmasını söyledi. Hasan’ın gördüğü yer küçük ama ateşi saklayacak cinsten bir yerdi. Mehmet Efendi ateşi yakmıştı. At arabasını görünmez hale getirmek için bulundukları yeri çalılar ile kapadılar. Mehmet Efendi biraz ısınıyor sonra dışarı çıkıp ortalığı kolaçan ediyordu. Küçük Sıla’nın bedeni ter içindeydi. Ateşi düşmüyordu. Bakıcı kadın Firuze hatun, çocukla daha bir ilgileniyor, üstünü değiştiriyor ve çocuğun üşümemesi içinde Ayşe’yle yüz yüze duruyordu. Çocuğa döşek ve yorgan oluyorlardı.
Ali Rıza geride bıraktıkları yolu düşünüp daha 7 gün boyunca gitmeleri gerektiğini hesap ediyordu. Musa Dede uyumuş. Hasan dedesine sokulmuş ve o da uyuyordu. Mehmet Efendi dışarı da nöbet tutuyor, kadınlar çocuğu sarıp sarmalıyordu. Biraz uyumak iyi olacaktı.
Sabah ola erkenden çıkalım yola diyerek gözlerini yumdu Ali Rıza. Erken vakitte yola koyulacaklardı. Tan ağarması ile birlikte uyanan Hasan, dedesinin ne kadar soğuk ve katı olduğunu hissetti. Dedesine dokundu: ‘’Dede kalk’’ diye fısıldadı. Musa Dede uyanmıyordu. Uyanmayacaktı. Gözleri toprakta son nefesini gecenin ayazına teslim etmişti. ‘’Dedem’’ diye sarılınca Hasan, uykuda olanlar bir anda uyandı ve Ali Rıza’nın şok olmuş kireç kesilmiş yüzünde gözler birleşti. ‘’Babam’’ diyecekti ki, elini yumruk yapıp dişlerinin arasına aldı. Gözlerinden yaşlar dökülüyor, boğazı düğüm düğüm olmuş sesi çıkmıyordu. Hasan ağlıyordu. Sıla ağlıyordu. Ayşe ve Firuze hatun birbirlerine bakıyordu. Bahçıvan Mehmet Efendi sesleri duyunca geldi. Önce küçük kıza baktı, gözleri açıktı. Sıla’nın öldüğünden korkmuştu. Yıllardır hizmet ettiği, dost olduğu, yoldaş olduğu, ekmeğini yediği Musa Efendi kas katı duruyordu. Ellerini ovaladı, kalbini dinledi. At arabasına yönelip küreği aldı. Bahçıvan Mehmet Efendi,  Ali Rıza Efendiye, ‘’buraya defnedelim.’’dediğinde çaresizlik bir daha yüzünde patlamıştı Ali Rıza’nın.
Mezar kazıldı. Musa dede elbiseleri ile birlikte defnedildi. Bellik olarak da bir ağaç, bir kaya resmedilmişti Hasan’ın resim defterine. Köylerinden buraya gelmek üç günlerini almıştı. İstanbul’a kaç günde varırlarsa ona göre mezarın yerine tekrar ulaşım için not düşülecekti.
Vakit öğleyi bulmuştu. Atlara gem vuruldu, ata arabası bağlandı ve tepe aşılıncaya kadar Hasan’ın gözü dedesinin mezarında kaldı. Aklında köyden ayrılırken, dedesinin takım elbise giymesini izlemişti. Ve takım elbisesi ile de defnedildi. Yollar da olan diğer göçmenlerin kimileri tanıdık, kimileri de başka köylerdendi. Artık İstanbul’a yaklaştıkça büyük gruplar haline gelmişlerdi göçmenler. Yolda Askeri çevirmelere giriyorlardı. Asker kaçakları aranıyordu. Ve kaçaklar içinde İstanbul’a girmenin tek yolu göçmenlerin arasına gizlenmekti. 
İstanbul da kasvetli hava hiç dağılmıyordu. Boğaz da İngiliz, İtalyan gemileri dört dönüyor. Sanki ülkeyi işğal etmiş gibi zafer bayraklarını dalgalandırıyorlardı. Gemiler de kendi bayrakları asılıydı. Abdulhamit Han, buna sinir olsa da dert yanmaktan bağırmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu. Kardeşiyle görüşmek istese de görüştürülmüyordu.
İstanbul’a gün geçtikçe yaklaşan göçmenler sağlık kontrolüne tabii tutuluyor, hasta olanlar şehre alınmıyordu. Sıla hastaydı ama o daha küçük bir bebekti. Sağlık kontrolünde Sıla için durduruldular. Sıla iyileşecek ve İstanbul’a öyle gireceklerdi. Çadırların kurulduğu yöne doğru yönlendirildiler. Çadırların etrafı kireçler ile işaretlenmişti. Biraz uzakta bir yer seçip çadırlarını kuran Mehmet Efendi, yüreği acısında dertli dertli kazıklara hınçla vuruyordu. Ali Rıza, tükenmekte olan erzak için bir çare arama derdine şimdiden koyulmuştu. Sıla’nın ihtiyaçları vardı. Çadır kurulunca, rahat bir nefes alıp akşamı hep bir arada geçirdiler. Sabah erkenden Ali Rıza en yakın kasabaya gidecek, bulabilirse erzak alacak ve Sıla içinde mutlaka ilaç temin edecekti. Yanına Hasan’ı da alan Ali Rıza günün ilk ışıklarıyla yola koyuldu. İlk kasaba üç saat uzaktaydı. Geri dönmeleri akşamı buldu. İlaç alınmış, biraz un ve bulgur da temin edilmişti. Erzak bulmak çok zordu… Yağ imkânsızdı.
Sıla annesinin gözbebeği, babasının cenneti, hele hele hiç evlenmemiş bahçıvan Mehmet Efendi için bir prenses ti. Çocuklara çok düşkündü Mehmet Efendi. Onlar ile daima oyunlar oynar, derslerine yardım ederdi. Hiç ola ki bu ailenin bir gün olsun yanından ayrılmamıştı.
Çadırlar arasında veba yayılıyor. Doktorlar dahi çadırlara girmek istemiyordu. Büyük bir çukur kazılmış, her sabah ölenler bu çukura atılıyordu. Çukurun her yanı kireçti. Savaş halinde olan Osmanlı’nın eli kolu bağlanmıştı. Ayşe Hanım ara sıra küçük küçük öksürüyor olsa da kimseye belli etmiyordu. O’nun derdi yavrusunun bir an önce iyileşmesiydi. Ali Rıza her gün sabah Mehmet Efendi ile kasabaya gidiyor. İş bulurlarsa çalışıyorlardı. Hasan çadırda kalıyordu. Hasta bakıcının da gidecek yeri olmadığından bu ailenin yanında mecbur kalıyordu. Çocuğu’nun vebalı olduğundan şüphe etse de bunu kimseye söyleyemiyordu. Günler geçtikçe Ayşe Hatun bitkin düşmüş, Sıla iyice zayıflamış ve Firuze hatunda da küçük öksürükler başlamıştı. Elleri kolları bağlıydı. Hasan bazen babasıyla gidiyordu.
Sılayı kaybettiklerinin üzerinden üç gün geçti. Ali Rıza yıkılmıştı. Ayşe Hatun da vebaya yakalanmıştı. Firuze hatun ise korkup kaçmıştı. Vefa nedir bilen Mehmet Bey ise artık tek başına çalışıyor, küçük bey ve eşine bakmaya çalışıyordu. Bu göç Aile’nin en büyüğünü ve en küçüğünü bir anda kopartmıştı kendilerinden. ‘’Sıla’’ diye inleyen soğuk terler döken Ayeş Hatun: ‘’Allah’ım bebeğimin yanına alda üşümesin orada’’ diyordu. Bebeğin öldüğünü kimseye duyurmadan defin işlemini gerçekleştirmişlerdi. Çadıra uzak sayılmayacak bir mesafedeydi. Hasan ara sıra oynuyor gibi görünüp kardeşinin mezarı başında küçük ellerini tutarcasına: ‘’ Sıla, dedem gelmiştir yanına şimdi. Babam öyle diyor. Biliyorum dedem sana iyi bakacak ama bende gelirim buraya senin unutmam’’ diyordu.
Annesi de çok geçmeden vefat etti. Sıla’nın yanına defnedilmek istense de askerler buna izin vermemişti. Kireçli mezarlıklara defnediliyordu vebalı olanlar. Artık burada kalmanın bir anlamı yoktu ama birkaç gün daha eşi ve çocuğundan kopamadı Ali Rıza Efendi. Sonra, at arabasını ve eşyaları da ihtiyaç sahiplerine vererek yola koyuldular. İstanbul’a oysa kalabalık geleceklerdi. Şimdi üç kişi olarak ilk adımlarını atıyorlardı.
Ali Rıza oğlunu bir camii de eğitim görmesi üzere sabah bırakıyor akşam alıyordu. Bir oda bir yer bulmuşlardı. Mehmet Efendi ve kendisi günlük işlere gidiyorlardı. Artık ne iş olursa olsun. Savaş bitsin bir an önce topraklarına dönmeyi hayal eden Mehmet Efendiydi. Gidince bahçeyi nasıl da güzel yapacağım deyip iştahla konuşmaya başlardı. Ali Rıza çocukluğunu hatırlardı. Hasan ise dedesini ve takım elbiseyi hatırlıyordu.
Günler geçti. Haftalar ve aylar. Hasan büyüdü ve genç bir delikanlı oldu. Mehmet Efendi artık iş tutamayacak kadar yaşlanmıştı. Dayanıklı adamdı. Cami de geçiyordu artık vakitleri. Ali Rıza küçük bir iş kurmuştu bile. Hasan da babasına yardım ediyordu. Geride bıraktıklarını hiç unutmadılar. Hasan, her hafta sonu cumartesi günleri Sıla’nın mezarı başına gidiyordu. Annesinin mezarını bilmiyordu.  
Sıla ile konuşuyor, ellerini tutuyor, yaşamış olsa yaşının da verdiği endamla kocaman kız olacağını hayal edip saçlarını okşuyordu. Küçük beden kocaman dünya da nelere katlanmıştı. Sıla’nın ağlaması bazen düşlerine giriyor, ağlıyordu. Annesinin feryadı, dedesinin buz kesmiş bembeyaz yüzü, karanlık, gece, yollar ve İstanbul… Hep bir alacaklıydı. Bir gün hepsinin hesabını kesecekti : Savaşa ve Barışa…
Balkanlar da kalan acı: ne toprak kaybıdır nede kaybedilen yıllar. Yıllarca Osmanlı sancağı altında mesut yaşayanların ilk fırsatta Osmanlıyı satmasıdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eski TRT günleri

Kalbe Düşen Sızı (Başlayıpta yazmaya devam edemediğim roman'dan)

Yaşamak